Çelik Gülersoy

Pierre Loti ve Türkler

Çelik Gülersoy

19.yy'ın tam ortasında Rochefort kasabasında gözlerini dünyaya açan çocuk, Fransız edebiyatının dünyaya armağan ettiği, çok ilgiye değer adlarından biri oldu. Meslek olarak denizciliği seçmesi, ona, yer yuvarlağının bütün uruklarını açan bir şans vermişti.

Ama denizcilikte de, ticarete girmeyip orduya katılması, onun asıl kazancı oldu. Çünkü alışveriş teknelerinin hiç düşünmeyecekleri uzak yollar, önünde açıldı. Zırhlıları, dünyanın öbür ucundaki limanlara gidiyor,denizlerle öpüşen ıssız ormanlar karşısında, tuzlu sulara erişen geniş ırmakların ağzında, suyla haşır-neşir yaşayan insanların köyleri ve mavi-yeşil karışımı plajlar boyunca uzayıp giden palmiye dizileri karşısında günlerce demir atıyordu.

Zırhların işlevi, "romantiklik ve peyzaj aşkları" değildi, doğallıkla. Ama içindeki subay'ın üniforması ile ruhu da, aynı kumaştan değildi. Bu nokta, önemli. Çünkü egzotik dünya, duygulu Fransız çocuğunu büyülemeye yetti ve ona, kimliğini kazandırdı.

Pierre Loti yazarlık adını edinen genç, kısaca tanımlamak gerekirse, yer yuvarlağının bütün "el değmemiş" güzelliklerine vuruldu. Bir ayırım da yapamıyordu: Bütün dünyanın ormanları, tapınakları, müzikleri, dansları, yoksul balıkçıları, onun sevgilileriydi.

Gönlü de, çocukluğundan bu yana, uzak ufuklara kanat açmaya hazır hale gelmişti: Dar çevresinin ortaçağ ortamı, onu sarmıyordu, yakınlarının ölümü, onun katolikliğe inancını sarsmış, ruhuna adem (yokluk) kuşkusunu düşürerek, yaşamın anlamını çizgilerin arkalarında ve ötelerinde aramak tutkusunu kazandırmıştı. Bu özlemlerle, donanmaya yazıldı ve dünyaya açıldı.

Gezginlik, kaçınılmaz olarak kişiyi değiştirir: Ona, bu dünya içinde daha kaç tane dünya olduğunu, her coğrafyanın bir de felsefesinin bulunduğunu öğretir, eski dar inançlarını sarsar ve ruhuna bir  zenginlik kazandırır.

Loti'nin önünde açılan ayrı dünyalardan biri, Avrupanın eşiğinde uyumasına karşılık, onun tarafından keşfedilmemiş, hiç değilse tadına varılmamış olan, Osmanlı başkenti oldu.

Bu yazar ile, daha önceki yabancı gezginler arasında bir ayırım daha vardı: Onlar, sanayi öncesi Avrupasından gelmişlerdi. O ülkeler de, o zamanlar bakir peyzajlara ve sakin şehirlere sahiptiler. Loti çağında ise Batı endüstrileşmiş, dolayısıyla yaşam mekanikleşmiş ve kentler de epeyce tek düzeleşmişti. Onun için, burada karşılaştığı yeşil ve sessiz şehir, onu hemen büyüledi.

Dersaadet, dıştan ve fiziksel olarak, bir uygarlıklar sentezi olarak görünüyordu. Denizden ulaşılan kentte, ileriye çıkmış bir yarımada, üstünde bir inciler ve elmas toplar birikintisi gibi sergilediği bir takım kubbeler, minareler, kaleler ve bacalarla, nefesleri kesiyordu. Bu resimde ağır basan, sonradan minareleri eklenmiş bir Roma mabedi idi.

Şehrin içine girildiğinde, sentez devam ediyor ve her yerde kendini duyuruyordu: Birçok cami, "Bizans suratlı" idi. Yüksek kemerler, yolların üstünden aşıyor, meydan ortalarını, kayzerlenen heykeli yitip gitmiş sütunları süslüyordu. Arada göz alan camiler, kuleler yükseliyordu.

Romancı subayı hayran kılan, bu görkemli dekorlar olmadı. Onları şehrin kimliğinin ayrılmaz parçalan saymakla birlikte, önce ulu ağaçlara ve her yeri örten yeşilliklere, vuruldu.

Sonra, yapıların, ağaçların ve insanların ötesinde, kentin, neredeyse elle tutulacak kadar belirgin bir ruhu olduğunu sezdi: Her yere egemen olan bir sessizlik, insanların iyi huylulukları, telaşsızlıkları, hayvanlara karşı dostlukları, birbirlerine saygıları, minarelerden seslenen müezzinlerin bile, namazları en tatlı seslerle duyurmaları, ruhu saran bir örgüyü örmekteydi. Sade minarelerin değil, hemen hepsi tahtadan yapılmış ve bahçeler içindeki büyük-küçük evlerden de, aralarındaki tenha sokaklara, bu kez ezanlar değil, bir "tevekkül felsefesi", sakız ağaçlarından inen damlalar gibi, sızıyordu.

Her şey bir fısıltı ile anlatıyordu ki, bu kentin bir ruhu vardır. Zaman ile ulaştığı bir üslûp. Neydi o, ve nasıl oluşmuştu?

Geçilen uzun çöllerden sonra erişilen bir vâhâ idi bu. Baş döndüren nice maceralardan sonra, kavuşulan bir kimlikti.

Aşılan eski maceralar, önce antik  pagan kavimlerinin ilkellikleri ve yoksulluklarıydı. Sonra, Lâtin Roma'nın görkemiydi. Sonra, Grek Bizans'ın servetleri ve batışlarıydı. 15. yy ortasında ise, şehre bir Padişah tuğrasının altınlı-gümüşlü şalı gibi serilen bir Osmanlı "debdebesi".

Ama onun da, ancak zamanla kazandığı belli bir kıvamı ve özel bir tadı. 18 ve 19. yy'ların üstüste yenilgilerinden sonra, fetih sevdalarından el-ayak çekmek zorunda kalmış bir İmparatorluğun, taht şehrinde, artık kendisiyle baş başa kalarak ördüğü, beyaz ve uçuk sarı renklerinde bir kozaydı, Loti'nin çağındaki Dersaadet. Buna biraz sonra tekrar değineceğiz.

Şimdi genç edebiyatçı subay ile, 1800'lerin son çeyreğinin şehrine, ayak basalım. Galata'nın kalabalık rıhtımından sonra, kent, iki bölükten oluşuyordu: Karşıda ve yukarıda, bir ticaret ve eğlence bölgesi. Sol yanda ise, iki köprünün vardığı, bir sessizlik ve yeşillik cenneti.Galata ve üstü, onun geldiği Fransa'da fazlası ile vardı. Genç subayı, uyurken gülümseyen eski şehir, sarıp sarmaladı.

Frenk yaşamını bu diyara taşımış olan karşı yaka, Loti'nin Avrupasının ikinci kalitede bir kopyası idi: Otelleri, restoranları, cafe  chantant'ları, sirkleri, opera ve operetleri ile. Nüfus dokusu da, Doğu'nun ve Batı'nın tam bir alaşımı.

Bu âlem, romancıyı hiç sarmadı, hatta iteledi ve soğuttu. Tipi biraz tuhaf, bakışları hülyalı, zihni dalgın, içi sevdalı bu "özel" asker-yazar'ın tutkularını, hem Avrupa, hem onun buradaki istasyonu olan Pera, anlayışla karşılamalıydı. Bu adam, uzaklıkları ve özellikleri arıyordu. Avrupa ve o zamanın bütün kültür ülkeleri, onu anlamış ve ilgiyle okumuştu:

Romanları, satış rekorları kırıyordu. Loti bu tutkuları ve yetenekleri ile hem Uzak Doğu egzotizmini, hem Osmanlı payitahtının büyüsünü, Batı'ya anlatan en başarılı yazar oldu. Gezi edebiyatı türü, Batıda zâten yeni-yeni gelişiyordu ve bu subay, onun seçkin bir temsilcisi olmuştu. Ortaya, yer yuvarlağını, eski yüzyıllarda olduğu gibi para kazanmak ve altın vurmak için değil, aşk ve sevda içingezen ve de yazan bir adam çıkmıştı. Kendi ülkesinde olmayan ırmakları, çocukluğunda görmediği ormanları, gençliğinde yaşamadığı maceralan ve sevdalan arayan bir şair.

Dersaadet, ona bunlanın birçoğunu verdi.

İçinde timsahlar yüzen nehirler, ulu ağaçlar rüzgarlarla konuşan ormanlar ve ufukları yangın yerine çeviren gün batımları, yer yuvarlağının öte yarısında kalmıştı.

Avrupanın eşiğinde en masum uykusuna dalmış şehir ise, onun şair ruhuna, aradığı bütün öbür şifalı iksirleri ve tılsımlı şerbetleri, eski gümüş taslan içinde sunmaktaydı.Romancının bağlandığı şehirle ilişkisinin adını koyduktan sonra, burada, gündeme getirilmesi gereken iki konu var:

Birincisi, bu adamı hayran kılan o ruhun ve o büyünün, bu şehrin tüm geçmişine değil, ancak onun yaşadığı belli bir zaman dilimine ait bulunduğudur
Demin biraz sözünü ettiğim bahis:

Güçlü Osmanlı'nın, en az bir yüzyıldır çökmeğe koyulmasından sonra kendi içine kapanmak zorunda kaldığı, son demlerinin, havası.

Huzura ve sükûna vurgun yazarımız, önceki yüzyılların Osmanlı payitahtını görseydi, ne yapardı? Kalabalık orduların seferlere çıktığı, vurgunlarla geri döndüğü, yeniçeri zorbalarının saray kapılarına dayandığı, o sarayların içinde altın tahtlara oturma törenleri yapılırken, kapısından çocuk ve genç şehzade tabutlarının sırasıra çıktığı, isyancı kellelerinin aynı kapıya yığıldığı bir Dersaadet, onun için düşünülemez ve dayanılmaz bir tragedya sahnesi olurdu.

Loti, parlak güneşlerin yıkadığı bir İstanbul’a değil, kadife gibi bir ay ışığının her yeri açık mavi boyadığı, olgun ve solgun bir İstanbul’a yetişmiş ve ancak ona vurulmuştu.

Yazarımızın hayran kaldığı bir "70-80 yılın İstanbul’u" konusunda düşünmemiz gereken ikinci bir konu, âşık olduğu o şehrin ileriye dönük yaşam şansı ve "devam etme lüksü" üstüne uzun boylu düşünmemiş olmasıdır. O ne ekonomistti, ne de toplum bilimci. İdeolog bile değildi. Sadece, bir gece saklı bir cenneti keşfetmiş, onun duvarlarından atlayarak içine girebilmiş ve ona vurulmuş bir âşık gibiydi.

Karşısındaki şehir tablosunun, bir yandan, hangi ince altın ve gümüş telleri ve ipek ibrişimleri ile örülmüş olduğunu tam bilmiyor, öte yandan, onları içten içe çürüten nemi ve asitleri tanımıyor ve yaşamalarının nelere bağlı olduğunu, iyi hesaplayamıyordu.

Eski şehrin karşısındaki Pera'nın, Paris'e göre ne de olsa yapmacık kalan dekoruna ve iyi yaşam peşindeki tüccar halkına, hiç sempati duymamıştı. Cami avlularında yaşlı bir hoca ile baş başa oturup kahve içerek ve güvercinleri, hatta leylekleri yemleyerek geçirdiği huzur dolu zamanlan, bin kez daha seviyordu.

Ama, avlusunda serviler boy atmış, duvarlarından mor salkımlar taşan, şadırvanı billur bir su ile dolu bu cami tablosunun sonunu getirmekte olan ve hepsini kısa süre sonra bir sel önünde süpürüp götürecek olan ırmağın, karşıdaki bu Pera'dan ve onun da bir istasyonu olduğu "Evropa"dan kaynaklanıp ilerlemekte olduğunu, seziyor, fakat adını koyamıyordu. Gerçeği netlikle görse bile, yapabileceği bir şey de yoktu.

Şurasının altını çizmeliyiz ki, o Türkiye’nin, olduğu gibi sürüp gitmesinin savaşını veriyor da değildi. Böyle bir ideologluk işlevini hiç üstlenmedi. Üstlenseydi, Les Desenchentees'yi yazmaz ve Türk kadınının mutsuzluğunu dile getirmezdi. Onun, ezilen ve horlanan her dünya insanına karşı tavır aynı oldu: Okyanusların yoksul balıkçılarının da, kafes arkasına kapatılan İstanbul kızlarının da dostu idi.,Diyelim ki bu aşka, Osmanlı için belli ve dondurulmuş bir halkın yararına olup olmadığını hiç hesaba katmadan, salt kendi özlemleri gibi bencil tutkulara yakasını kaptırmış olsun.

O zaman insaf edelim: Biz kendimiz, 200 yıldır, yörüngemizi bulmakta kaç kereler yalpalamadık mı? Özellikle, Atatürk gibi bir ışık tünelinden de geçtiğimiz halde, nicelerimiz, hâlâ, çözümlerini bin yılın öncelerinde aramıyorlar ve ona göre adam üretmiyorlar mı?

Bu durumda, bir Batılıdan, hem de 100 yıl öncesinde yaşamış bir insandan, o kadar çok şey beklemeye hakkımız kalır mı? Kaldı ki, onun savunduğu ve övdüğü Dersaadet, günümüz fi bağnazların özlediği devirlerden çok-çok ileride, arınmış, incelmiş bir dönemin kentiydi. Bir seçim yapmak zorunda kalsak, bugün de, ne acıdır ki- bir çöl düzeni yerine, 1900'ler başı diyemem ama, 1800'ler sonu İstanbul'unu, yeğleriz.

Üstelik, bu dünya görmüş Fransızın isteklerinin ve bağlandıklarının bir bölümü, bugünün teknolojiye kurban verilen yozlaşmış ve tek düzeleşmiş, dünyasında, her ülkenin aydın çevrelerinin de savundukları niteliklerdir:

Modernleşme uğruna, özelliği ve kişiliği olan mimarilerin ve yerleşimlerin feda edilmemesi, kentlerin ; trafik için yeşil dokularına kıyılmaması, kişilerin yakalarını kazanç hırsına kaptırmayıp, çevrelerinin hayrım düşünmeleri ...

Loti bunları, sade İstanbul için değil, yer yuvarlağının bakir kalmış her köşesi için savundu:

Dünya 19.yy'ın getirdiği tek düzelik ve "standard" konfor tutkularına kapılmamalı, hele özelliği olan kentler, bu niteliklerini ve güzelliklerini korumalıydılar. Onun bir şair özlemi ile ülkelerin bütünü için savunduğu bu düşünceleri, bugünün aydınları, -hiç değilse belli yöreleri ve semtleri koruma ölçeğine indirmek zorunda kalarak, savunur hale gelmediler mi?

Tuhaf yazgı ve acı bir çember!

Yazarımız, şair kaprisleri ve "egzantrik" tutkularından arındırılarak ele alındığında, temelde bu davaların adamı olmuştur. Onun, için ağladığı şey, bağlandığı peyzajların ve insan tiplerinin, sonunun gözüktüğünü, acı acı anlamasındandı..
Bir şehir dokusu, bir hayat felsefesi daha, azar-azar işte yine "adem"e kayıyor, yok oluyordu. Onlarla beraber, romancının aşkları da, hatta kendisi de, batan güneş gibi, son ışıklanın yayıyordu.

Loti tarih okusaydı bilecekti ki, adına İstanbul denilen bu diyar ve dünya yüzünde belki en çok bu diyar, dev bir sahneye benzemişti, her zaman: İçeriden, yuvarlak bir çark ve bir pist ki, ağır ağır, ama durmaksızın dönmekteydi ve seyirciler salonuna, devir-devir onun bir dilimi gelip durarak, bir süre, o bölümdeki dekoru, o aktörleri ve o olayları seyrettirmekteydi.

Sonra, ama kesinlikle, ya yazgı, ya da toplumun iç dinamiği, manivelayı ağır-ağır ve çevirir ve salonun önüne, yeni bir resmi getirir.

Zâten o süre içinde salondakiler de, yani sahneye alkış tutan, onu protesto eden, ya da romancı zabit gibi, koltuğuna gömülüp için-için ağlayan seyirciler de, birer-birer, üçer-beşer, değişmiş ve yerlerini yenilere bırakmış olmaktadır.Bu düzen, bütün acımasızlığı ile, Loti'nin de gözleri önünde işledi. Büyük çark, yine ve bu kez biraz hızlı olarak dönmüş ve yeni bir sahneyi getirip, durmuştu:

Bu yeni sahne, artık sadece acı, kan ve gözyaşı ile doluydu.

Osmanlı ülkesine göz koymuş olan (lâfın daha doğrusu, Osmanlı'nın da vaktiyle güç kullanarak aldığı yerleri artık ona 'Yazla" bulan) yabancı güçler, bu Osmanlıyı önce kırpıp bölüşme, sonra da bütün bütüne yok etme planlarını hızlandırmışlardı."Start verilen" olaylarla, önce İtalyanlar Kuzey Afrika’ya çıkarıldı. Sonra Balkanlılar saldırtıldı.

Loti, bunların ikisine karşı da tavrını açıkça ortaya koydu ve Osmanlı'yı savunmaya geçti. Bugün, bunu yazmak ne kadar kolay!

Kalemini kulaç gibi kullanan adamın, Fransız ordusunda bir subay olduğunu hiç unutmamak gerekir.Askerî bir kimliği olan, hatta üst düzey komutanlığı üniforması taşıyan kişi, o dönem Fransası’nın adım adım yürürlüğe koyduğu bir politikaya karşı, cephe alıyordu.

Trablus ve Balkan Savaşları, Paris-Londra merkezli bir politikanın ilk prelude"leri idi. Romancı-subayın tavrı, hemen dikkat ve tepki çekti.

Fakat Fransa'nın doğrudan taraf olduğu I. Cihan Savaşında da, bir subayın, aynı cesaretli tavrını sürdürmesi, özellikle de Savaş sonunda İzmir'e Yunan birliklerinin çıkartılması ve onların giriştiği mezâlim'e isyan etmesi, kendisine karşı asıl tepkileri çekti.

Bu olayda, karşı cepheye o da katılsaydı, nimet ve ödüllerin her türünü paylaşırdı. Yapmadı. İsteyerek yapmadı. Yunan işgali ve mezâlimi, Loti'nin yaşamında belirgin bir değişiklik yapmış, öncesi ile sonrası arasına keskin bir çizgi çekmiş, yani onun edebiyatçı kimliğini gerilerde bırakmasına ve artık bir savaşçı-avukat cüppesini giyerek her fiyata, her riske, her saldırıya karşı, Osmanlı Türkiyesinin savunmasını üstlenmesine yol açmıştır.

Aklı başında, vicdan sahibi her Türkiyeliyi ona gönülden bağlayan da, bu olay oldu: Kimse ondan bunu beklemeden ve istemeden, kendisinin isteyerek, tek başına, bir şövalye zırhını kuşanması.

Sadece ve sadece, huzur bulduğu o eski cami avlularının, dolaştığı tenha sokakların ve de gönül bağı kurduğu güzellerin anıları uğruna.

Paraya tapan günümüz dünyasında, bu tavrı, bu aşkı, anlamak ne zor!

Yazarımızın Balkan saldırıları ile üstlendiği savunma rolü, Cihan Savaşlarının 1 no'lusu ile, "kritik ve trajik" bir aşamaya girdi. Bunda artık Fransa ve Türkiye, karşılıklı cephelerde saf tutmuş durumdaydılar.

Loti'nin Türk hükümetine (Talât Paşa'ya!) bir mektup göndererek, ilk ateşlerini savuran belâya "Osmanlı'nın bulaştırılmamasını" öğütlediğine inanılırdı. Son aylarda bir Türk yazan, Loti'nin Journal Intime'inde rastladığı bir tümceden, "keskin" bir sonuç çıkardı: Onun, Osmanlı savaşa girecekse, bari Fransız cephesinde yer alması için "kulis" yaptığı. Yazarımız, bu rolü nedense, "Ajanlık" olarak nitelendirdi. Varlık gibi bir edebiyat dergisine bu yolda verdiği bir yazı ile (Aralık 1999) yetinmeyerek, konuyu çok tirajlı basına da taşıdı (Mart 2000) ve bir kampanya açtı!

Bu bahiste, Journal'deki çok kısa bilginin, öbür kaynaklarla bilimsel olarak incelenmesinin gerekliliği, açıktır. Ama var sayalım ki, Loti böyle bir rolü de üstlenmiş olsun: Türkiye'yi, Fransa safına çekmek.

Savaşın sonuna bakınca, bunun Osmanlı hesabına "şayan-ı tercih" olacağını da, geçelim.Onun Türkiye'yi korumak içgüdüsünün ağır basması, akla gelmez mi? Güçlü ve üstün bir Anglo-Sakson cephesinin, tükenmiş Osmanlının işbirliğine gereksinimlerinin olduğu pek söylenemez.

Böyle bir yorumu da yapmak hakkımız olmazdı, eğer aynı adam, savaşın sonunda bir tür çılgınlığa kapılıp, Osmanlıyı savunmak uğruna kendi ülkesiyle kavga etmeseydi ve bütün geçmişini yakmasaydı?

Sonra hangi yabancıyı, hangi gerekçe ile suçlayalım? Harb-ı Umumî öncesi, sırası ve sonrasında, toplumumuz, nice çelişkili çalkantılara ve cepheleşmelere düşmedi mi? Kutsal İstiklâl Savaşı başlarken bile, nice "aydın" Osmanlı yazarı, şairi, paşa'sı, Sivas'ta birbirine girmedi mi? Olayları, ancak tek kişinin dehâ'sı çözümlemedi mi?

Güneş gibi açık bir gerçek daha var: Loti'nin başvurduğu İttihat ve Terakki "rüesası" değil ama, Ankara Hükümeti, çok akıllı bir strateji ile, Paris ile anlaşmadı mı? Loti'nin romantik çabaları sonucuydu denemez. Fransa, savaş sonundaki miras paylaşımında, İngiltere’nin Musul gibi en yağlı porsiyonu alıp, kendisine böreğin kenarı Suriye'yi vermesinden, hoşnutsuzdu. Onun için, güçlendiğini gördüğü Ankara'ya el uzattı! Romancıya Academie Française üyeliği de, son deminde, ama Ankara'nın zaferinden sonra, geldi. Tarihsel gerçekler böyle iken, adamın ruhundan ne istersiniz?!

Öte yandan, Loti'nin, o da, belki- düşündüğü Fransız-İngiliz- Osmanlı ortaklığının, savaş başında hiç bir gerçekleşme şansı da yoktu.

Çünkü sevgili Dersaadet'inde dizginler, bir binbaşı ile eski bir Posta memurunun eline geçmişti. Bu ikili, yaşlı ve yorgun devleti, Germen emperyalizminin emrine -bir "emri vakî" ile verdiler. Sonuçta, bu cephe çöktü ve onlar da kaçtılar.

Bir öç alma duygusuna yakasını kaptıran savaş galipleri, "işi uzatarak milyonca gencin ölümüne sebep olmakla" suçladıkları Osmanlı'yı, Asyaya sürmek gibi delice bir çözüme bel bağladılar ve bu amaçla ateşe el de sürmeyip, bir maşa kullanmayı denediler: Yunan'ı İzmir'e çıkardılar. Onlar da, tam bir soy kınmına girişti. Bu olay, dürüst ve duygulu Fransız subayını çileden çıkartmaya yetti.

Ard-ardına yayınladığı 5 eser sadece ve sadece Türkiye’nin savunmasına ayrılmıştır: La Turquie Agonisante (1913) Le Questıon d'Armenie (1918), Les Alliees quil nous foudrait (1919), La Mort de notre cher France en Orient (1920), Supreme Visions d'Orient (1921).

Bunların hiç biri, olumlu etki yapmadı. Çünkü yazarın çevresi boşaldı. Düne kadar yazılarının peşinde olan büyük gazeteler, başta Figaro, sırtlarını döndüler. Bu, bir yazar için, özellikle de düne kadar dünyanın el üstünde tuttuğu İzlanda Balıkçısı'nın yazarı için, ne acı bir son'du!

Bu kitaplarda işlediği tez, "Türkiye’yi Yunan'a, Ermeni'ye, Bulgar'a kurban vermenin, bütün Batı'nın çıkarlarına aykırı olacağı" idi. "Balkan Toplulukları, Akdeniz'e sarkmak isteyen Çarlık Rusya'sının öncü birlikleri haline" gelmişlerdi. "Osmanlı Türkü, tek yanlı propagandaların tam aksine, insancıl, özverili, barışçı ve filozof bir halk'tı".

Loti, tek yanlı propagandaların hergün bir örneğine tanık olmanın dehşetini, gün gün yaşadı.

Büyük kapital ve politika çarkı, Paris'in bütün büyük basınını resmen elde etmişti: Bir Türk köyü, yunanlılarca basılıp "soykırım" yapıldığında, en saygın organlar, bunu "Türk çetelerinin" işi olarak yansıtmaktaydılar. Her kaynağı bir yana bırakın, çağdaş bir yunan tarihçisinin, Dimitri Kitsikis'in dürüst kitabı, bu rezaletleri belgeledi.

Bu acı gerçekler, içli ve romantik yazan, yıktı. Geçirdiği bir felç, onu hayattan da, yazmaktan da, çekti. Rochefort'daki evinde anılarıyyla başbaşa son aylarını yaşarken, Türk Ordusunun zaferlerini ve İzmir'in kurtuluşunu öğrenmek mutluluğuna erdi.

Mustafa Kemal Paşa'nın Paris elçimizin eşi Müfide Ferit Hanımla gönderdiği armağan olan bir halı'nın, "anne-babaları öldürülmüş köy çocuklarının eliyle" dokunmuş olduğunu öğrenmek, onun son "dramatik" ânı oldu.

Günümüzde, "eski" sayılan her ölçünün ve değer yargısının aşındığı, yeni bir dünyada, bu Fransız yazarı ile yeni bir Türkiye’nin ilişkileri değerlendirilecek olursa, "egzotizm" âşığı yazarın öngörülerinden ve gönül dileklerinden çoğunun gerçekleşmemiş olduğu gözlemlenir. Çünkü buna teknoloji, ekonomi ve sosyal bilim kurallarının ve temellerinin hiç bir "şans vermediği" anlaşılır.

Batı'da doğup, bir sel gibi dünyayı kaplamış olan yeni ortam önünde, ne Türk halkı, eski gözü tokluğunu, ruh soyluluğunu koruyabilirdi, ne onun taht şehri, eski ıssız ve yeşil dokusunu sürdürebilirdi, hatta ne de o şehirde taç ve taht, yerlerinde kalabilirlerdi ve en önemlisi, ne de bütün bu saydıklarımın sürüp gitmesi, Türkiye’nin ve halkının, yararına olurdu.

Ramazanların mor kadife renkli ıssız gecelerinde, minarelere takılmış pırlanta alyansların, uysal ve tahta evleri tılsımlı ışıklarla aydınlattığı…. bir İstanbul, daha birçok zaman, öyle yaşayamazdı.Yaşayabilseydi de, bu, eski bağımsız ve onurlu devirlerdeki gibi olmazdı. Böyle bir İstanbul,kendisini kuşatacak acımasız denizlerin ortasında, Balkan ülkelerinin tek tük islâm kasabaları gibi, zavallı ve ancak acınacak bir mahalle gibi, kalakalırdı.

Loti'yi değerlendiren, hatta çağdaş olan, bir takım Osmanlı-Türk düşünürleri ve devlet adanılan, bu gerekçelerle, içlerinde ona karşı tepkiler duymuşlardı.

Tarih, sosyoloji ve sosyal bilimler açısından alınırsa, bu tepkiler bir yerde haklı görülebilir ve bu Fransız yazarı, "romantik" olmakla, Türk halkını değil, "sadece kendi egzotizm özlemlerini ön planda tutmakla", belki suçlanabilir. Belki dedim, çünkü o konularda da, tümüyle haksız değildi.

Ayrıca, dünya ve yaşam, evet bilime dayanması gerekse de, katı bilimle başlayıp bitmiyor ki.

Bir de, duygular âlemi var. Değer yargılan ve ölçüleri var. Kahramanlık, özveri, hatta aşk ve tutku dünyası var.

Bu geniş açıdan alınınca, toplum biliminin de, ekonominin de, dönemlere göre, değiştiğini, hatta çağlar boyunca aynı kalacak hiç bir devlet modelinin bulunmadığını, gözlemlersiniz.

Ama buna karşılık, sevdiği kişi uğruna kılıcını çekip onu kendi bağrına saplayan ya da, bir zehir kadehini başına diken, âşıkların, şanı, hiç bir devirde, aşınmamıştır. Romeo'lar ve Jülyet'ler ölmeyecektir.

Pierre Loti edebiyat adlı bu adam, bizim için, daha doğrusu, benim anne-babam için, böyle gönüllü kahraman olmuştu.Bu onur, ona yetiyor.Mustafa Kemal de, savaşı kazanıp yepyeni bir devletin devrimci plânını kafasında kurduğu bir yılda, yetim Türk çocuklarının dokuduğu halıyı yollar ve onun son demine yetiştirirken, işte böyle bir saygıyı ve sevgiyi duymuştu.





 
Bu site Kültür ve Turizm Bakanlığı Bilgi Sistemleri Dairesi Başkanlığı tarafından hazırlanmıştır.
Bu sayfa 2656 kez gösterilmiştir.