Atatürk'lü Ankara ve Güreş Sporu - A. Esat BOZYİĞİT

I. Uluslararası Atatürk ve Türk Halk Kültürü Sempozyumu Bildirileri

Atatürk'lü Ankara ve Güreş Sporu

A. Esat BOZYİĞİT ( Türkiye )

Ankara, tarihi çok eski çağlara kadar uzanan bir Orta anadolu kentidir. Bu uzun süreç içinde parlak dönemler de yaşamış, yokluk, yoksulluk dönemleri de geçirmiştir. 20. Yüzyılın başlarında ise çevre illeri de içine alan Eyalet Merkezi özelliğini yitirmiş, sadece bir ilk olarak sıradan bir kent, bir kasaba niteliğine bürünmüştür. Nüfus 20 binlere inmiş, ticaret yaşamı çok düşmüş ardı ardına gelen savaşlar ve yokluk yılları Osmanlı Devleti gibi Ankara'nın da belini bükmüştür.

Bu durum 27 Aralık 1919 gününe kadar sürmüştür. Bu tarihte Mustafa Kemal Paşa “Milletin makus talihini” yenmek için Ankara'ya gelmiştir. Burada millî egemenliğin kurulmasını sağlayan Türkiye Büyük Millet Meclisini kurmuş, Millî Mücadelenin başlamasına burada karar almış, savaşılmış, düşman denize dökülmüş, İzmir'den tekrar buraya dönerek Ankara'yı merkez yapmış, Cumhuriyeti kurmuş, yine Ankara'yı bu Cumhuriyetin Başşehri yapmış, Çankaya Köşkü'nde oturarak görevini sürdürmüş, İstanbul Dolmabahçe Sarayı'nda ölümünden birkaç gün önce “Beni Ankara'ya götürün, ne olacaksam orada olayım” diyerek çevresindekilere vasiyet etmiştir. 10 Kasım 1938'den birkaç gün sonra naaşı Ankara'ya getirilerek Etnografya Müzesi'ne konulmuş, 15 yıl sonra bitirilebilen Anıt Kabir'e 10 Kasım 1953'de defnedilmiştir.

Kendi ifadesine göre 19 Mayıs 1881'de Selanik'te doğan Atatürk 10 Kasım 1938'de hayata gözlerini yumana kadar bu dünyada 57 yıl 5 ay 21 gün yaşamıştır. Bu kısa ömrünün üçte birini yani 18 yıl 10 ay 13 gününü Ankara'da ikamet ederek geçirmiş ve sonsuza dek bu topraklarda gömülmüştür.

Bu vesile ile burada “Hemşehrimiz Atatürk”ü bir kez daha minnet ve şükranla anıyoruz.

Atatürk, Cumhurbaşkanı olduktan sonra da bütün Anadolu'yu karış karış dolaşmış, halkla birlikte olmuştur. Onların sorunlarını dinlemiş, onlarla birlikte yemek yemiş, onlarla birlikte türkü söylemiş zeybek oynamıştır. Bu halkla birlikteliğini Ankara'da da sürdürmüştür.

Atatürk, o zamanki adıyla Mustafa Kemal Paşa Ankara'ya ilk gelişlerinde Ankara halkı tarafından bir Oğuz geleneği olan Seymen Alayı ile karşılanmıştır. “Seymen Alayı, daima kızılca günlerde kurulurdu. Yani millî felâket günlerinde, bir beyliğin ve bir devletin yıkılışı sırasında, halk yeni bir devlet karmuya başlamak, yeni bir reis seçmek için Seymen alayı kurulurdu. Bu alay yeni devleti kurar, yeni reisi seçerdi”.

İşte Atatürk'ün Ankara halkı ile ilk karşılaşması böyle oldu. Dikmen'de karşılama heyetini ve devlet memurlarını bir arada görünce, otomobilden indi. Herkesin ayrı ayrı ellerini sıktı. Biraz daha ileri gidince yediyüz delikanlı, Zeybek kıyafetinde ve ellerinde teke palalar olan Seymenleri dimdik ve canlı olarak görünce bu zeybek alaylarına büsbütün hayretle kaldı. Bu muazzam ve tarihte eşi az görülmüş tezahürata şaşa kaldı. Bu koç yiğitlere sert bir sesle:

Merhaba efeler...
Diye, yüksek sesle selamladı. Efeler hep bir ağızdan:
Sağ ol paşa Hazretleri
Arkadaşlar, buraya niçin geldiniz?
Efeler hep bir ağızdan:
Millet yolunda kanımızı akıtmaya geldik...
Mustafa Kemal:
Fikrinizde sabit misiniz?
Tekrar bağırdılar:
And olsun...
Mustafa Kemal'in gözleri yaşararak:
Var olun yiğitler...


Seymen Alayı geleneği yalnızca Ankara'da bir Oğuz geleneği olarak saklanmış ve Atatürk bu gelenekle karşılanmıştır.

Atatürk Türkiye genelindeki gezilerinde çeşitli yörelerin çeşitli halk kültürel eylemleri ile yüz yüze gelmiştir. Bunları Sayın Nail Tan, “Atatürk ve Türk Halk Kültürü” adlı kitabında ayrıntılı olarak dile getirmiştir.

Bu arada Atatürk'ün Ankara'da başından geçen iki üzüntülü ve acı anısından da söz etmek istiyoruz. Bunlar doğal afet değil de insanların hatalarından kaynaklanan iki olay olarak nitelenebilir.

Birisi Tahtakale Yangını olarak bilinen 1929 Yangını. Mehmet Kemal şöyle anlatıyor bu yangını.

“... Tahtakale nereye düşerdi?

Şimdiki Belediye'nin ardı ile, Posta Caddesini, Hacıdoğan Mahallesi'ni içine alan bölgeydi. Hacıdoğan Mahallesi'nde Ermeniler otururlardı. Yangından Ermene Mahallesi pek fazla zarar görmedi ama, çarşı tümden yandı. O zamanı parası ile iki milyon liradan fazla zarar ziyan olduğunu da zaten gazete yazıyor.

Bir yaz gecesi sabaha karşı bağda bir telaş, bir gürültü başladı. (Yazar o sırada Dikmen Bağları'ndaki evlerinde bulunuyormuş). Herkes uyanıyor, koşuşuyordu. Biz çocuklar da gürültü ve telaşa uyandık.

“Ankara yanıyor!..” diyorlardı.

Alaca karanlıkta yönümüzü kente döndüğümüzde, kentin üstünü bir alev dalgasının sardığını gördük. Şehir yanıyordu. Ama neresi yanıyordu?

“Mal canın yongasıdır” derler.

Şehrin yandığını gören, şehre koşmaya başladı. Ne bulurlarsa binip şehre gidiyorlardı. At, eşek, araba yaylı, fayton, kağnı... Bilim gibi çocuklar ve kadınlara elleri böğründe yangını uzaktan seyretmek düşüyordu.

Dokuz on yaşlarındaydım.

Hava biraz açtıktan, gün ışıdıktan sonra, biriktiğimiz Kızılyokuş üstünden, kendi yaşımda birkaç çocukla birlikte elele tutuşarak kentin yolunu tuttuk. Her yan bomboştu o zamanlar. Ne Harb Okulu vardı, ne Bakanlıklar ne de Yenişehir. Bu boşluğu ve düzlüğü ne kadar zamanda indik ve şehre ulaştık bilmiyorum. Ama şehre geldiğimizi biliyorum. Evimiz Denizciler Caddesi'ndeydi. Oraya ulaştık. Şükür Allaha, yangın bizim mahalleyi sarmamıştı.

“Tahtakale yanıyor” dediler.

Çocuksu cesaretimizle Tahtakale'ye doğru yöneldik. Her yer yanıyordu. Yangın karşısında, bir insanın duyduğu güçsüzlüğü o zaman yaşadım.

Uzaktan bakıyorduk.

Top top kumaşlar yanıyordu. Yangında eriyip pekmez dönüşen helva tenekelerini tutup tutup atıyorlardı. Gördüm. Tahtakale deyip geçmeyin, çarşı Pazar olarak, o zamanlar kentin kalbiydi.

“Gazi Paşa geliyor..” dediler.

Yangın da insanlar da açılmaya başladı. Gazi'nin gelişi de kendine özgüydü. Önce pat pat motor sesleri duyuluyor, ondan sonra bir dizi otomobil... Gazi Paşa, yangını denetliyordu. Belli ki ardındakiler Kılıç Ali, Salih Bozok, Recep Zühdü, Muhafız Komutanı İsmail Hakkı Tekçe...

İtfaiyeciler daha çok su serpmeye, görevliler daha hızlı çalışmaya, yetkililer daha sert komut vermeye başladılar. O ana kadar görmezlikten geldikleri biz çocukları selamet bir yere itmeye, toplamaya çalıştılar.

Vakit öğleyi çoktan geçmişti.

Bazıları eriyen helva tenekelerinden bize helva verdiler, ekmek verdiler, karınlarımızı doyurduk. Tellallar yiten çocukların adlarını bağırıyor, yitenlerin Hacıdoğan karakolundan bulunmasını öğütlüyorlardı.

Gazi'nin denetimi ile yangın söndürme telaşının gözle görülür biçimde arttığını anımsıyorum...”

Atatürk'ün Ankara'da başından geçen ikinci olayı da Nezihe Araz'dan okuyalım.

“... Bozkırın, acı bir unutulmuşluk uykusundan Mustafa Kemal tarafından uyandırıldığı o günlerde, Çankaya'dan Meclis'e giden yol üstünde olacak, güzel bir iğde ağacı varmış. Tek bir ağaç. Ve Mustafa Kemal, ne zaman o ağacın önünden geçiyorsa, arabada ne kadar önemli bir mesele konuşuluyorsa konuşulsun yanındakinin, ya da kendisinin sözünü kesiyor. Artık öğrendiği için şöfor de arabayı o sırada yavaşlatıyor ve Mustafa Kemal, yanındakine gösteriyor: “Bak, bu benim iğde ağacım”. Soylu, yapmacıksız, içten bir sevgidir bu. Mustafa Kemal yalnız o iğde ağacını sevmiyordu elbette. O bir doğa sevdalısıydı ve çorak Ankara onu elbette üzüyordu. Yeni Ankara'yı ağaçlı, yeşil bir şehir haline getirmek onun tutkusuydu. Ve iğde ağacı, bu tutkunun simgesiydi...
“Aynı yoldan geçerken bir sabah yanındakinin kolunu tutmuş, “Bak, bu benim...” derken iğde ağacının yerinde olmadığını görmüştü. Mustafa Kemal şaşkınlıklar içinde arabadan atladı ve orada çalışan işçilere sordu: “N'oldu buradaki iğde ağacı?” Yolu genişletmek için kesmişler iğdeyi meğer. Mustafa Kemal acıyla döndü arabasına ve ellerini yüzüne kapayıp ağladı...”

evet, Hemşehrimizi Atatürk'ün Ankara'da yaşadığı yüzlerce anıdan sadece ikisi bu. O, hep halkın arasında yer almış, halkı ilgilendiren her konuya ilgi duymuştur.

Atatürk, Türk halk biliminin önemli kültürel bir zenginliği olan halk sporlarıyla da yakından ilgilenmiştir. Halk sporları içinde de en çok güreşi sevmiştir.

Ankara'da da bütün Türkiye'de olduğu gibi halk arasında Güreş Sporu rağbet görmüştür.

“Ankara'da Pehlivan Güreşleri, genellikle Cebeci Çayırı'nda ya da şimdiki Etnografya Müzesi”nin bulunduğu yer olan Namazgah'da yapılırdı. Pehlivan Güreşleri Vali'nin himayesinde yapılırdı. Birgün önce tellal çarşı pazar gezerek güreşi ilan ederdi. Güreş Cuma namazından sonra yapılırdı. Meydan seyircilerle dolar, özellikle Hükûmet mensupları başta olmak üzere yerlere serilen halılara bağdaş kurularak oturulurdu. Meydanın düzenini ellerinde kırbaçları olan zaptiyeler yani polisler sağlardı.

Oyun süresince, pehlivanlara parsa toplanır, güreşi kazananlara ödülleri verilirdi. En az iki davul ve zurna durmadan çalar, havaya heyecan katarlardı. Pehlivanlar yağlanır, temenalarını çakarlar, peşrevlerini yaparlar, ağır ağır gezinirdi. Pehlivan Ağası da şu duayı okurdu:

“Pehlivana aşk olsun pazuda kuvvet gizlidir
İmtihan olmaklığa hasmıyla kismet gezdirir
Kimse istemez kendi vahdetiyle diyarı gurbeti
Abudane serpilir insanı kısmet gezdirir.”

Atatürk, II-13 Kasım 1931 tarihinde Ankara'da Hipodrum alanında düzenlenen Yağlı Güreş Türkiye Başpehlivanlığı müsabakaları ile 9 Mart 1938'de Ankara Halkevi'nde düzenlenen Ankara Kulüpleri greko-romen güreş müsabakalarını bizzat seyretmiştir.

Atatürk'ün güreşle ilgili derlenebilen sözleri şunlardır:

Türk milleti anadan doğma sportmendir. Henüz yürümeye başlayan köy çocuklarını bile harman yerlerinde güreşirken görürsünüz.
Benim çok sevdiğim spor serbest güreştir.
Türk erleri bütün kuvvetleriyle birbirine saldırmalı, candan güreşmeli. Fakat galip ve mağlup onlar için yoktur. Ancak beraberliği kabul ederim.
Güreş kuvvet ve zeka oyunudur. Bir iki üstün varlık, insanda birleştiği zaman, ancak büyük işler görebilir.

“Atatürk'ün çocukluğu ve gençliği, Koca Yusuf, Kel Aliça, Kara Ahmet, Kurtdereli Halil, Adalı Mehmet, Filiz Nurullah, Çolak Mümin gibi cihan pehlivanlarının güreş hikayeleriyle geçmişti. Subay olunca her Türk komutanı gibi güreşi sevmiş ve güreşçileri korumuştur. Hizmetkârı, koruması Cemal Granda'nın ifadesine göre yurt gezilerinde olsun, Çankaya Köşkü'nde olsun, Mehmetçiklerin birkaçını yanına çağırarak güreştirirdi. Türk gücünün nelere yettiğini gözleriyle görmek isterdi. Hatta yanında bulunanlardan çok sevdiği kişileri de (istemeseler bile) Mehmetçiklerle birlikte güreşe tutturur, onların hırpalanmalarını hazla seyrederdi. Zaman zaman Mehmetçikleri kendisiyle güreşe davet eder, fakat Mehmetçikler; “Senin sırtını yedi düvel yere getiremedi, biz mi getireceğiz” diyerek güreşe yanaşmazlardı.

Atatürk, Muhafız Alayı'na asker seçilirken en iyi güreşçilerin alınmasını emretmişti. Bu sebeple Muhafız Alayı'nda her zaman en iyi güreşçiler bulunur, Atatürk de onları güreşirken seyrederdi”.

Atatürk, döneminin güreşçilerinden Kurtdereli Mehmet Pehlivan, Mersinli Ahmet, Çoban Mehmet, Urfalı Bakıryırtan Salih ve Celal Atik'le yakından ilgilenmiştir. Aynı zamanda müzisyen olan ve tanbur çalan Tanburacı Osman Pehlivan'ı da takdir etmiştir. II-13 Kasım 1931 tarihinde Ankara'da düzenlenen yağlı güreş müsabakalarında hakemlik yapan Kurtdereli Mehmet Pehlivan basına başarılarının sırrını şu cümlelerle anlatmıştı: “Güreşirken bütün Türk milletini arkamda hisseder ve onun şerefini korumak için her şeyi yapardım.” Bu söz işiten Atatürk, 12 Kasım 1931 gecesi Köşk'e döner dönmez Kurtdereli'ye bir mektup yazar ve 1000 TL. armağan gönderir. Atatürk'ün Kurtdereli'ye yazdığı mektup şöyledir:

Kurtdereli Mehmet Pehlivan, Ankara, 12.II.1931

Seni cihanda ün almış bir Türk pehlivanı olarak tanıdım. Parlak muvaffakiyetlerinin sırrını şu sözlerinle izah ettiğini de öğrendim.

“Ben her güreşte arkamda Türk milletinin bulunduğunu ve millet şerefini düşünürdüm.”

Bu dediğini en az yaptıkların kadar beğendim. Onun için senin bu değerli sözünü, Türk sporcularına bir meslek düsturu olarak kaydediyorum. Bununla senden ve sözlerinden ne kadar memnun olduğumu anlarsın.

Çoluk çocuğun için sana ufak bir armağan gönderiyorum. O, bu mektubunla beraberdir.

Pehlivan, ömrünün tam sağlıkla uzun sürmesini dilerim.

Gazi Mustafa Kemal

Atatürk'le ilgili anılar içerisinde güreşle ilgili olanları oldukça fazladır.

Buraya Çankaya Köşkü'nde geçen güreşle ilgili bir anısını almakla yetineceğiz.

KURT MEHMET

Atatürk akşamları Çankaya'dan çıkarsa, çoğu zaman köşke, gece geç vakit dönerdi. Bir akşam yine erken çıktı. Parlak bir yaz mehtabı vardı, ortalık gündüz gibiydi.

Ata'nın geç döneceğini bilen muhafız erlerden bir kısmı, yol kenarındaki çimenlikte toplanmışlar güreşerek eğleniyorlardı. Atatürk, nedense o akşam erken dönmüştü. Otomobille geçerken, soyunup dökünmüş erlerin büyük bir telâşla kaçıştıklarını gördü.

İndi, bir el işaretiyle hepsini oldukları yerde durdurdu:

Bozmayın keyfinizi! Dedi.
Birkaç adım ilerledi.
Ne yapıyorsunuz burada?..
İri yapılı bir er cevap verdi:
Oyun oynuyorduk paşam.
Ne oyunu bu?
Asker oyunu, güreşiyorduk;
Atatürk:
Pekâlâ, dedi, haydi güreşe devam edin, hanginiz baş pehlivan?
İri yapılı er, bir adım ilerledi:
Benim efendim.
Adın?
Kürt Mehmet!..
Ata'nın kaşları çatıldı:
Yapın güzel ama, dilin düzgün değil. Sana kurt gibi kuvvetli olduğun için mi Kurt Mehmet diyorlar?
Zeki Mehmet, Ata'nın “kürt” lafına canı sıkıldığını anlamıştı:
Paşam, kusura bakma, hem vücut, hem de dil ikisi birden terbiye edilemiyor. Evet benim adım Kurt Mehmettir.
Atatürk takdir dolu gözlerle Mehmed'e baktı:
Aferin sende bu kabiliyet varken, dilini de düzeltirsin. Şimdi ünle bakalım da güreş başlasın!
Mehmet, selâmı çaktı, erlere döndü:
Tamam Paşam, başka pelvan kalmadı.
Atatürk:
Kalmadı mı? Diye gülerek sordu. Dur bakalım, asıl güreş bundan sonra başlayacak. Benimle güreşeceksin!..
İri yapılı Kurt Mehmet, iki adım geri çekildi. Hem gülüyor, hem başını sallıyordu:
Aman Atam, dedi, hiç seninle güreşebilir miyim?.
Neden! Korkuyor musun yoksa?.
Elbet korkarım. Sen, dünyanın sırtını yere getirmiş adamsın!..
Atatürk ayağı kalktı. Elini, bu mert ve zeki erin omuzuna koydu:
Sağol Mehmet! Dedi.
Sen de sağol Atam!..


Rıza Ruşen YÜCER


Konuşmamıza yine Atatürk'ün bir anısı ile s on vermek istiyoruz.

“Sıcak bir günün akşamında yanında bazı zevatla Çankaya Köşkü'nün bahçesinde dolaşıyordu. Ben de o sıralarda eski köşkün tavan dekorlarıyla meşguldüm. Tozlu ve sisli bir akşam Ankara'nın üzerine çökmüştü. Her yer toz hortumları semaya doğru yükseliyor ve manzaraya daha boğucu bir hava ekliyordu. Bize:

Ankara'yı hükûmet merkezi yapmakla iyi mi ettim? diye sordu. Tabii herkes müsbet cevap verdi. Arkasından:
Neden?
Suali gelince, kimi stratejiden, kimi siyasetten bahsetti. Hatta birimiz;
Kayalık güzeldir.
Gibi bir estetik nazariye de ortaya attı.

Atatürk:

- Şimdi dalkavukluğu bırakın... diye münakaşayı kapattı. Ankara'nın hükümet merkezi olmak için saydığınız meziyetleri beni iknaa yetmez. Ben Ankara'yı hükûmet merkezi yapmakla büsbütün başka bir hedef güttüm. Türk imkansızı imkan haline getiren kudretini dünyaya bir kere daha tekrar etmek istedim. Bir gün gelecek şu çorak tarlalar yeşil ağaçların çevirdiği villaların arasından uzanan yeşil sahalar, afaltlarla bezenecek. Hem bunu hepimiz göreceğiz. O kadar yakında olacak.

Atatürk'ün vefatının ardından İnönü'nün bir sözü vardır:

“Aziz Atatürk, Vatan Sana Minnettardır”.

Biz de şu sözü eklemek istiyoruz;

“Ankara'da Sana Minnettardır Atatürk”





 
Bu site Kültür ve Turizm Bakanlığı Bilgi Sistemleri Dairesi Başkanlığı tarafından hazırlanmıştır.
Bu sayfa 5516 kez gösterilmiştir.